top of page

RESMİ TARİH YALANLARI

Irkçılık, çağımızın en mühim sorunlarındandır. Bu sorun İslam ümmetini paramparça etmiş, dünyaya iki tane dünya savaşı hediye etmiş, ülkemizde de yıllardır devam eden çatışmaların müsebbibi olmuştur. Bu yüzden bu konuyu etraflıca ele almak ve kafamızda bu tip önyargıları atmak için bu yazıyı yazmak elzem oldu. Öncelikle belirtmek gerekir ki ırkçılıktan kastımız vatanseverlik ve kişinin milleti ile iftihar etmesi değildir. İslamiyet kan bağına ehemmiyet verir, bu yüzdendir ki akrabalar ile yakın ilişki kurmayı emreder. Kendi milletimiz de sahip olduğumuz kan bağından dolayı bizim için diğer milletlerden yüksek bir dereceye sahip olmalıdır. İslam’ın bin yıldır kılıcı olan Türk milletine mensup olduğumuz için sonuna kadar iftihar ederiz. Şüphesiz ki dünya tarihinde İslamiyet’e en büyük hizmeti yapan, Müslümanlara en uzun süre liderlik yapan, adı İslamiyet ile en çok özdeşleşen millet Türk milletidir. Tarihe ne kadar tarafsız bakarsak bakalım bu apaçık hakikati inkâr edemeyiz. Vatan ve millet sevgisine dayalı milliyetçiliği Batılıların “manevi duygulardan yoksun, tamamen aynı düşünen ve aynı amaca hizmet eden dünya insanı” yaratma projesine karşı önemli ve faydalı bir silah olarak görüyorum. Bizim eleştirdiğimiz milliyetçilik insanlara bir sürü ön yargı yükleyen, insanları ayrıştıran ve ilmi unsurlara dayanmayan fitne unsuru ideolojidir.

Şunu da vurgulamak gerekir ki kökü İslam’a dayanmayan bir Türk milliyetçiliğinin hiçbir temeli olamaz. Bir insan Türklerin yüce bir millet olduğunu iddia ediyorsa bunun için bir delil getirmelidir. “Türkler yüce bir millettir çünkü Türk milleti en köklü tarihe sahip millettir” diye bir iddiada bulunsa bu doğru olmaz çünkü Mezopotamyalıların, Mısırlıların, Yunanlıların ve Çinlilerin tarihi şüphesiz Türk tarihinden daha köklüdür ve bu milletler medeni hayata Türklerden daha önce geçmiştir. Örneğin yazı MÖ 3200 yılında icat edilmiş ve milattan önce Amerika yerlileri de dâhil hemen hemen bütün milletlerce kullanılmıştır, Türklerin ise ilk yazılı eseri taa MS 700 yılında yazılmış olan Orhun kitabeleridir. “Türkler yüce bir millettir çünkü Türk milleti tarihteki en başarılı millettir” diye bir delil getirilse denir ki Türk milletinin de her millet gibi tarihte güçlü olduğu zamanlar da zayıf olduğu zamanlar da olmuştur. “Türkler yüce bir millettir çünkü Türk milleti en zeki millettir” diye bir delil getirilse Türk milletinin IQ ortalamasının pek çok milletten daha düşük olduğu gerçeği bu delili de çökertir. İşi daha da zorlayıp “Türkler yüce bir millettir çünkü Türk milleti en güzel en yakışıklı millettir” diye bir delil getirilse bunu diyen arkadaşa güzel bir Rusya turu yaptırırız ki bu iddiasının yanlışlığını bilfiil idrak etsin. Türk milletinin yüceliğine karşı geçerli tek delil şu olabilir: “İslam hak dindir ve Türk milleti İslam’a en büyük hizmeti yapan millet olduğu için yüce bir millettir.” İslam’a inanmayan ve ölçüsü İslam olmayan bir insanın Türk milliyetçisi olması beklenemez, böyle olduğunu iddia ediyorsa bile onun milliyetçiliği içi boş bir slogandan ibarettir.

Ümmetçi bir imparatorluğun kalıntıları üzerinde kurulan ve ulus-devlet modelini benimseyen Türkiye Cumhuriyeti toplumu bir arada tutmak ve tek millet şuuru yaratmak için fazlaca Türk milliyetçiliğine başvurmuş, aynı zamanda herkesin etrafında toplandığı neredeyse tanrısal bir Atatürk figürü yaratmıştır. İnsanları ümmet bilincinden millet bilincine geçirmek kolay olmamıştır; bunun için Türklüğü ve Kemalizm’i yücelten sayısız resmi tarih yalanı uydurulmuş, Türk kökenli olmayan vatandaşların varlığı görmezden gelinmiş ve bu vatandaşlar asimilasyon politikasına maruz bırakılmış, özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında o dönemdeki faşist İtalya ve Almanya’dan bu tip konularda fazlaca etkilenilmiştir. Kemalist milliyetçilik dünyadaki hemen hemen bütün milliyetçiliklerin aksine muhafazakâr değildir, hatta Batı medeniyeti ve kültürünü daima Türk medeniyeti ve kültürünün önüne koymuştur. Kemalistler bu çelişkiyi aşmak için ise makul bir muhafazakâr-milliyetçi politikadan çok tamamen hayali ve romantik bir milliyetçilik yaratmıştır. Mustafa Kemal Sümerlilerden tutun Kızılderililere kadar herkesin Türk kökenli olduğunu inanıyordu (O dönemde kurulan bankalara Sümerbank ve Etibank isimlerinin verilme sebebi de budur). Aynı zamanda Yunan medeniyetini de Türklerin kurduğuna inanıyor ve Anadolu’yu en aşağı yedi bin yıllık Türk yurdu olarak tanımlıyordu. Bu komik ve temelsiz iddialardan oluşan Türk Tarih Tezi 1930’lu yıllarda üniversitelerde dahi okutuldu, hatta buna itiraz eden profesörler işlerinden oldular.  Günümüzde Kemalizm eskisi kadar güçlü olmadığından Türk Tarih Tezi ve resmi tarih yalanlarından büyük kısmı etkisini yitirdi, ancak yine de bu rejimden bize miras kalan çok ciddi ön yargılar vardır. Şimdi günümüzde MEB tarih kitaplarında anlatılan resmi tarihi kronolojik bir şekilde inceleyelim ve bu tarihte anlatılan en meşhur yalanları ifşa edelim, bunu yaparken hem gülelim hem de bilgilenelim.

Resmi Tarih Yalanı: Türk milleti binlerce yıl önce gökten zeplinle inmiştir ve günümüze kadar tek bir çizgi hâlinde süregelmiştir.

Resmi tarih bunu açık bir şekilde söylemese de Türk tarihini anlatım tarzı böyle bir algı yaratmaktadır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Türklük, Kürtlük, İngilizlik gibi isimler insanlar tarafından yaratılmış soyut kavramlardır, hiç kimse alnında Türk yazarak doğmaz. Bu kavramların gelişerek bugünkü hâlini alması ise Fransız İhtilali’nin yarattığı milliyetçilik akımının sonucudur. Resmi tarih iki bin yıl önce birden Hun diye bir kavmin çıktığını, bu kavmin torunlarının Göktürkleri oluşturduğunu, Göktürklerin çocuklarının ise Karahanlı, Selçuklu ve en son da Osmanlı İmparatorluğunu kurduklarını iddia eder. Hatta kültürümüze sonradan giren her şeye karşı tutum takınır, Arapça ve Farsça kelimelere düşmanca yaklaşır. Öztürkçenin gökten indiğini zanneder, hâlbuki Öztürkçe de daha önce başka Asya dillerin karışmasıyla oluşmuş bir dildir, gökten vahyolunmamıştır. Hiçbir şey Türklüğe ait değildir, Türklüğe özgü de değildir. Her millet sürekli olarak etrafıyla etkileşim içindedir ve bu etkileşim yepyeni medeniyetleri doğurur. Dilimizin kökeni içindeki yabancı kelimelere rağmen Orta Asya’ya dayanıyor olabilir, ancak kültürümüzün ve genetik özelliklerimizin Orta Asya ile alakası yoktur. Öztürkçe, Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce karışımı bir dil konuşuyoruz, Akdeniz yemeklerini yiyoruz, Batılı gibi giyiniyor ve Batılı gibi yaşıyoruz, o kadar farklı milletle karışmışız ki fiziksel olarak Orta Asyalılara hiç mi hiç benzemiyoruz. Şimdi bütün bunları göze aldığımızda onlarca kültürün elementlerini içeren Türk milletinin kökenini Orta Asya’ya atfetmek ne kadar doğru olur? Biz ne kadar Orta Asyalıysak o kadar Anadoluluyuz, o kadar Orta Doğuluyuz, o kadar Balkanlıyız; tarihimizin ve kültürümüzün zenginlikleri arasında ayrım yapılmasına izin veremeyiz.

Birçok insan ırkların genetik olarak kesin çizgilerle ayrıldığını zanneder, hâlbuki bu özellikle Anadolu gibi çokça el değiştirmiş coğrafyalarda mümkün değildir. Osmanlı İmparatorluğu belki de dünya tarihinin en fazla milletten insanı barındıran imparatorluğuydu, özellikle Ermeni ve Rum nüfusunun kalabalık olduğu yüz yıl önceye kadar bu topraklarda Türkler kahir ekseriyet değildi. Bunun sonucunda muhakkak ki hem kültür, hem de gen alışverişi ziyadesiyle olmuştu. Günümüzde Türkiye’de homojen bir gen haritası yoktur: Karadenizliler daha çok Kafkasyalılara-Lazlara, Egeliler daha çok Yunanlara, Doğulular da daha çok Suriyelilere, İranlılara ve Ermenilere benzer. Balkan göçmenleri ise Balkan milletleriyle karıştıklarından Balkanlılara benzer, birçoğunda sarışın fenotip görülür ki Mustafa Kemal Paşa bir Balkan göçmeni olarak buna bir örnek teşkil etmektedir. Bunun tek bir açıklaması vardır: Anadolu’nun ve Balkanların muhtelif yerlerine yerleşen Türk boyları komşu oldukları milletlerle karışmıştır. Böyle bir coğrafyada tek bir ırktan bahsetmek mümkün değildir, Osmanlı’nın dağılması insanlar arasında ülke sınırları koysa bile genetik sınırlar koymamıştır. Hele hele Türklerin çekik gözlü, kısa boylu, zayıf, tüysüz (Özbek, Kırgız, Kazak gibi) Orta Asya milletleriyle akraba olduğunu iddia etmek bilimsel olarak mümkün değildir.

Bu söylediğimiz tabi ki sadece Türk milleti için geçerli değildir, dünyada Japonlar gibi tarih boyunca izole olmuş milletleri saymazsak hiçbir milletin tam anlamıyla bir ırk teşkil ettiğini söylemek mümkün değildir. Örneğin günümüzde Arap diye adlandırdığımız kavimler tek bir ırk değildir, bu kavimlerin hiçbiri Hz. Muhammed (s.a.v)’in kavminden gelmiş de değildir. Günümüzde Arap dediğimiz kavimler aslen Arap olmayan ancak İslam’ın yayılış aşamasında Arapçayı kendilerine dil olarak seçmiş, yani Araplaşmış kavimlerdir. Iraklıların, Suriyelilerin, Mısırlıların, Tunusluların tarihi Arap tarihinden daha eskiye dayanır; yani bu milletler Araplar yokken de vardı. Bu sebeptendir ki peygamberimizin Arapları öven bazı hadisleri günümüzdeki hiçbir Arap’a hitap etmez, peygamberimizin içinde yaşamış olduğu 1400 yıl önceki Arap kavmine hitap eder.

Resmi Tarih Yalanı: İslamiyet öncesi Türk tarihinde toplumsal eşitlik vardı.

Dünya tarihindeki hiçbir toplumda tam anlamıyla eşitlik söz konusu olmamıştır, sadece yüz yıl önce bile kadın ve erkeğin eşit olduğunu savunsaydınız büyük ihtimalle sizinle alay ederlerdi. Buna rağmen İslamiyet öncesi Türk toplumunun görece daha eşit bir toplum olduğu doğrudur. Ancak bu gurur duyulacak değil, utanılacak bir gerçektir. Zira bir toplum ne kadar gelişmişse eşitlik o kadar azalır, herkes farklı görevleri yapmaya başlar ve farklı yönleriyle öne çıkar, farklılık da eşitsizliği beraberinde getirir. En çok eşitlik avcılık-toplayıcılık döneminde vardı, herkes benzer şekilde yaşar ve benzer işleri yapardı. Ondan sonra devletlerin kurulması ve toplumsal hayatın başlamasıyla iş birliği önem kazanmış ve herkes farklı alanlarda uzmanlaşmaya başlamıştır, bu da beraberinde tabii olarak eşitsizliği getirmiştir. Eşitsizlik kötü bir şey değildir, bu gelişmiş toplumların bir özelliğidir. Günümüzde eşitliğin en fazla olduğu toplumlar Afrika kabileleridir ki hiç kimse bu kabileleri iyi bir toplum örneği olarak görmez. İslamiyet öncesi Türklerde de göreceli eşitliğin var olması bu toplumun ilkel göçebe yaşantısının bir sonucudur, o dönemdeki diğer göçebe milletlerde de durum bundan farklı değildi. Resmi tarihin bunu gurur duyulacak bir şeymiş gibi anlatması şüphesiz tarihi çarpıtmak demektir.

Resmi Tarih Yalanı: İstanbul’un fethi Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı açmıştır.

Tarihçiler arasında Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçişi başlatan evrensel olarak kabul edilmiş bir hadise yoktur, bu durum her tarihçiye göre farklılık gösterir. İstanbul’un fethi Doğu Roma’lı entellektüellerin Antik Yunan eserleri ile birlikte Batı’ya kaçmalarını ve orada Rönesans’ı başlatmalarını sağladığından Orta Çağ’ı kapatma konusunda ciddi bir pay sahibidir. Buna rağmen Orta Çağ’ın kapanmasındaki bütün payı İstanbul’un fethine yüklemek yanlış olur, günümüzde birçok Batılı tarihçi de Orta Çağ’ı kapatan olay olarak başta Amerika’nın keşfi olma üzere birçok farklı olayı işaret etmişlerdir. Bu konuda İstanbul’un fethini merkeze koyan da vardır koymayan da, bu tamamen izafi ve insanların belirlediği bir mevzudur. Aynı şey Kavimler Göçü için de söz konusudur. Batı’da genellikle Orta Çağ’ı başlatan hadise olarak Batı Roma’nın yıkılması gösterilir. Bizim resmi tarihimiz ise buradan da Türklere pay çıkarmak için bu noktayı Kavimler Göçü olarak alır (Kavimler Göçünün de Türklerle ne kadar alakası olduğu konusunu ise apayrı bir bahistir. Resmi tarihimiz Avrupa’yı istila eden Hunların Türk/Türki kökenli olduğunu iddia etse de Hunların hiçbir yazılı eser bırakmamış olması kökenleri hakkında kesin bir kanıya varmamızı imkânsız kılıyor).

 

Zaten çağ kavramı da başlı başına hayal ürünüdür, soyuttur. Bu sınıflandırma son yüzyılda tarihin analizini kolaylaştırmak için yapılmıştır. Yoksa beş yüz yıl önce yaşayan bir insan kendini herhangi bir çağda görmüyordu, hiçbir zaman bir çağın kapanıp başka bir çağ açıldığını da düşünmüyordu. Aslında bakarsak çağ kavramı temelde Batı’nın kendi tarihini iyi ve kötü olarak ayırması ve böylece insanları yönlendirmesi amacıyla oluşturulmuştur. Nasıl her devrim kendinden önceki sistemi kötüleyerek hak iddiasında bulunuyor ve kendini meşru göstermeye çalışıyor ise Batı da “aydınlanma” diye tabir ettiği Rönesans ve Reform sonrası gelen dünya düzenini yüceltmek için sürekli Ortaçağ’ı kötülemiş, küçümsemiş, hatta bu çağa “karanlık çağ” demiştir. Doğu tarihinde ise ne Ortaçağ vardır ne de Rönesans, bu kavramların hepsi Batı’ya özgüdür. Bu kavramlar üzerinden herhangi bir şeyi savunmak bile başlı başına Batı merkezci tarih yorumuna hizmet etmek demektir.

Tarihi belirli dönemlere ayırmak tarih anlatımında kolaylık sağlasa da aslında cahil insanların kafasına yanlış ön yargılar yerleştirdiğinden tehlikeli bir faaliyettir. Bunun en güzel örneği “Kuruluş, Yükselme, Duraksama ve Yıkılış Dönemleri” olarak ayırdığımız Osmanlı tarihidir. Osmanlı tarihi ile ilgili yapılan bu isimlendirme sadece Osmanlı’nın sınır değişimi göz önüne alarak yapılmıştır, diğer alanlardaki bütün değişimler ve ilerlemeler göz ardı edilmiştir. Osmanlı’da halkın en çok refah içinde yaşadığı asır, eğitim seviyesinin en yüksek olduğu asır, hukuk sisteminin ve bürokrasinin en iyi işlediği asır şüphesiz 19. yüzyıldır. Osmanlı hiçbir zaman duraksamamıştır ve gerilememiştir; sadece Avrupa’dan daha yavaş şekilde ilerlemiştir.

Resmi Tarih Yalanı: Osmanlı 1. Dünya Savaşı’na katılmadı, Almanya yenildiği için yenik sayıldı.

Bu yalan belki de resmi tarihimizin en ünlü yalanıdır. Türklerin yenilgilerini sürekli örtmeye çalışan resmi tarih 1. Dünya Savaşı için bunu yapamayınca direk olarak aslında bu savaşa katılmadığımız gibi bir safsatayı öne sürmüştür. Hâlbuki Türkiye bu savaşta birçok cephede aktif olarak görev aldı: Doğu’da Ruslara ve Ermenilere karşı, Güney’de İngilizlere karşı, Çanakkale’de ise İngiliz-Fransız ordusuna karşı mücadele etti. Bazı cepheleri kazansa da bütün cephelerde çok önemli kayıplar verdi, büyük sorunlarla boğuştu. Hatta Birinci Dünya Savaşı’nda Sırbistan’dan sonra nüfusa oranla en çok insan kaybı olan ülke Osmanlı’dır, nüfusunun yaklaşık 14%’i bu savaşta hayatını kaybetmiştir.[1] Bu savaşa girmediğimizi iddia etmek savaşta hayatını kaybeden yüzbinlerce askerimize yapılan bir zulümdür. Resmi tarihçiler savaşa girdiğimizi kabul etmek zorunda kaldıktan sonra bu sefer yeni bir yalan uydurdu: “Savaşta yenildik ancak bütün yenilgilerimiz Alman subayların suçu”. Hâlbuki Almanya’nın yanında Almanya’nın askerî ve maddi desteği ile girdiğimiz bu savaşta hep beraber yenildik, burada suçu başka bir devlete atmanın da bir anlamı yok. Madem yenildiğimiz cepheler tamamen Almanların suçuydu, o zaman kazandığımız Çanakkale ve Kut’ül Amare cepheleri de tamamen Almanların başarısı değil mi?

Resmi Tarih Yalanı: Kurtuluş Savaşı’nda yedi düvele karşı savaştık.

İstiklâl Harbi hepimizin iftihar ettiği bir savaştır; lâkin bu savaşı milliyetçi duyguları okşamak için aslından fazla büyütmek, hatta milletin bütün kaderini buna atfetmek kabul edilesi değildir. Kurtuluş Savaşı devletler bazında düşündüğümüzde bir Türk-Yunan savaşıdır. Ne İngiltere ne Fransa ne de İtalya savaşa direkt olarak katılmış değildir, sadece Yunanistan’a siyasi destek vermişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sonrası İtilaf devletleri galip çıkmış bile olsa dört yıl süren savaştan dolayı bitkin haldeydiler. Ekonomileri savaşta o kadar zarar görmüştü ki bırakın yeni bir sömürge peşinde koşmayı, kendi sömürgelerini bile zor kontrol altında tutuyorlardı.  Bundan dolayı kuvâyı milliye direnişine karşı bile ciddi bir hamle yapmayı göze almadılar, Yunanistan’ı öne sürüp sonucu beklemekle yetindiler. Yunanistan savaşta yenilince de fazla ısrarcı olmayıp kendi ülkelerine gittiler. Hatta İtalya devleti Yunanistan’a duyduğu kinden dolayı çekilirken silah ve mühimmatlarını Türk ordusuna bırakmış, Türkiye’yi Yunanistan’a karşı desteklemiştir. Kurtuluş Savaşı’nı yedi düvele karşı yapılmış olarak görmek mübalağadır. Bu harp Batılı devletler tarafından desteklenen Yunan ordusu ile Rusya ve Hintli Müslümanlar tarafından desteklenen Türk ordusu arasındaki bir savaştır. Öğrencilik hayatımız boyunca tarih derslerimizin yarısını bu savaşa ayırmamıza, hatta her yıl dört kere -sanki Türk tarihinde kutlanacak başka hadise olmamış gibi- sadece bu savaşa özel milli bayramlar kutlamamıza karşın Kurtuluş Savaşı’nda verdiğimiz zayiat (9,000 şehit) 1. Dünya Savaşı’nda verdiğimiz zayiatın (535,000 şehit[2]) yaklaşık sadece 1/60’ıdır. Yani Kurtuluş Savaşı’ndan 60 kat daha büyük ve önemli savaşımızı tamamen görmezden gelmemize rağmen (Kut’ül Amare ve tarihi Medine müdafaamız daha düne kadar kimse tarafından bilinmiyordu bile) Kurtuluş Savaşı’nı neredeyse her gün anıyoruz. Bunun sebebi Kemalist rejimin meşruiyet iddiasını İstiklal Harbi üzerinden sağlamasıdır. Nasıl bugün AK Parti hükümeti sadece bir gece sürmesine rağmen neredeyse sürekli 15 Temmuz’u anıyor ve 15 Temmuz üzerinden meşruiyet iddiasında bulunuyorsa zamanında Kemalist rejim de İstiklâl Harbi’ni aynı şekilde kullanmıştı.

Ayrıca şunu belirtmek gerekir ki zaten İtilaf devletleri Osmanlı’nın doğal kaynakları açısından en zengin topraklarını elde etmişti. Altından petrol ve doğalgaz çıkan her yeri aldılar, Türklerin çoğunlukta olduğu Musul ve Kerkük’ü bile bize bırakmadılar. Batum da petrol zengini olan bir şehirdi ve bu şehri de Rusya’ya teslim etmek zorunda kaldık. Bize bıraktıkları topraklar onlar için uğruna savaşmaya değmeyecek topraklardı. Anadolu’nun en önemli stratejik özelliği boğazlara sahip olmasıydı ki boğazları da bizden aldılar. Günümüzde boğazlar uluslararası su sayılmakta ve Türkiye oradan geçen gemilerden vergi dahi alamamaktadır. Bu konuda Kurtuluş Savaşı’nda savaşan kişileri tabi ki de suçlamıyoruz, onlar ellerinden geleni yaptılar. Ancak Kurtuluş Savaşı’nı abarta abarta anlatan resmi tarihe itiraz ediyoruz, sonuçta Batılı devletler bu savaştan sonra en önemli hedefleri olan Ortadoğu topraklarını yine de elde etti. Bu savaşta kesin olarak kendimizi galip, Batılıları da mağlup olarak görmek doğru değildir, iki tarafın da verdiği tavizler ve elde ettiği kazanımlar vardır. Bu savaşın tek mağlubu Yunanistan olmuştur.

Resmi Tarih Yalanı: Kurtuluş Savaşı Mustafa Kemal Paşa tarafından 19 Mayıs 1919’da başlatıldı.

Tarihi yorumlarken yapılan en büyük yanlışlardan birisi bir sürecin sonu bilindiğinden dolayı başını ve ortasını da o sonuca göre yorumlamaktır. Örneğin biz Türklerle Ermeniler arasındaki ilişkinin 1915’te büyük bir felaketle son bulduğunu bildiğimizden sanki bu iki milletin başından beri çatışma hâlinde olduğu önyargısına sahip oluyoruz. Hâlbuki 1915’e kadar Osmanlı ordusunda Ermeni askerler dahi mevcuttu ve çoğu yerde Türkler ile Ermeniler barış içinde yaşardı. Biz bu filmin sonunun kötü biteceğini bildiğimizden ortasını da olumsuz şekilde yorumlama hatasına düşüyoruz. Tarihe bu hatalı bakışın bir başka tezahürü de Kurtuluş Savaşı sürecidir. Biz Kurtuluş Savaşı sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın lider olduğunu ve yeni bir devlet kurulduğunu bildiğimizden sanki Kurtuluş Savaşı’nın başından beri Mustafa Kemal Paşa tarafından yeni bir devlet kurmak niyetiyle yapıldığını farz ediyoruz. Hâlbuki Kurtuluş Savaşı’nda savaşan çoğu insanın kafasında yeni bir devlet kurmak yoktu, mevcut Osmanlı hükümetini kurtarmak için mücadele ediyorlardı. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı’nda lider olması pek sonra olmuştur, uzun süre boyunca Mustafa Kemal Paşa’nın başta Kâzım Karabekir olmak üzere diğer paşalara bir üstünlüğü yoktu.

Eğer milli mücadelenin hedefi yeni bir devlet kurmak değildiyse açılan meclise neden 1921’den sonra “Türkiye Büyük Millet Meclisi” denildi de “Osmanlı Büyük Millet Meclisi” denilmedi? Bu sual cehaletten kaynaklanan bir sualdir. Zira “Osmanlı” kelimesi 19. yüzyıldaki Osmanlıcılık akımı adına Osmanlılık kimliği yaratmak için uydurulmuştur. 19. yüzyıl öncesinde yaşamış hiç kimse kendisine Osmanlı dememiştir. Bizim Osmanlı dediğimiz devlet için Batı dillerinde Ortaçağ’dan beri “Türkiye, Türkiye Krallığı, Türk İmparatorluğu” gibi isimler kullanılıyordu. Örneğin aşağıda gördüğünüz Sevr antlaşması Osmanlı hükümeti ile yapılmasına rağmen devletimiz için “Ottoman” değil, “Turkey” ismi kullanılmıştır. Bu isimler 19. yüzyılın ikinci yarısında Türkçeye de girdi ve bizim Osmanlı dediğimiz devlete Türkçede de “Türkiye” denmeye başladı. TBMM ismindeki Türkiye kelimesi mevcut devlet için kullanılan bir tabirdir, yeni bir devlet kurma niyetiyle konulmamıştır. İstiklal Harbi boyunca milli mücadelecilerin kullandığı ay yıldızlı kırmızı beyaz bayrak bile mevcut Osmanlı hükümetinin bayrağıdır, eğer milli mücadeleciler yepyeni bir devlet kurma peşinde olsalardı öncelikle kendilerine yeni ve farklı bir bayrak seçerlerdi.

sevr antlaşması

Peki, Kurtuluş Savaşı’nı gerçekte kim başlatmıştır? Kurtuluş Savaşı, Enver Paşa ve Talat Paşa’nın ülkeden ayrılmadan önce kurdukları Karakol Cemiyeti tarafından başlatılmış ve örgütlenmiştir. Bu cemiyet ordunun terhisini engellemiş ve Anadolu’ya bolca silah, erzak ve İttihatçı subay kaçırmıştır. Mustafa Kemal Paşa ilk başta İttihat Terakki’ye ve Enver Paşa’ya karşı beslediği olumsuz duygulardan dolayı bu oluşum içinde yer almak istememiş, Fethi (Okyar) Bey’in ve Kazım (Karabekir) Paşa’nın tekliflerine rağmen direnişe katılmamıştır. Bu dönemde Mustafa Kemal Paşa İstanbul’da Sultan Vahdettin’in yanındaydı ve çözümü sultan ile yakın ilişki kurmada görüyordu. Ne var ki İzmir’in işgali Mustafa Kemal Paşa için bir milat oldu ve bu tarihten sonra silahlı mücadeleyi desteklemeye başladı. Mustafa Kemal Paşa Karakol Cemiyeti tarafından 19 Mayıs 1919’da Samsun’a getirildi ve milli mücadeleye dâhil edildi. Mustafa Kemal Paşa milli mücadeleyi başlatmadı ancak sahip olduğu şöhret ve rütbesini kullanarak milli mücadele unsurlarının birleştirilmesini ve tek elden yönetilmesini sağladı, bu hareketteki en büyük etkisi de bu oldu.

Kurtuluş Savaşı’nın 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal tarafından başlatıldığı küçüklüğümüzden beri bize ezberletilen bir yalandır. Bu çarpık anlayışının en büyük sebebi resmi tarih yazımının dayandığı “Nutuk”tur. Nutuk, tarihi bir kaynak değil, Mustafa Kemal Paşa’nın kendi seçimlerini savunduğu ve muhaliflerini yerdiği bir propaganda kitabıdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın son on yedi yılımızı anlatışı ne kadar tarafsız olabilirse bir siyasetçi olarak Mustafa Kemal Paşa’nın o dönemi anlatışı da ancak o kadar tarafsız olabilir. Meşhur Türk tarihçisi Erik Jan Zurcher Nutuk hakkında şu değerlendirmede bulunuyor: “Nutuk, 1925-1926 yılları arasındaki temizlik hareketinin bir savunmasıdır ve Mustafa Kemal’in Mart 1926’da yayınlanan “hatıralar”ı gibi, Nutuk’un da ana teması aslında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın eski liderlerinin eleştirisidir. Mustafa Kemal eski çalışma arkadaşlarını gözden düşürmeye çalışırken, onları baştan sona tereddüt içerisinde, yeteneksiz ve hain olarak sunar ve kendisini ise hareketi başından itibaren yöneten kişi olarak tanımlar. Nutuk’ta, Mustafa Kemal’in Mayıs 1919’da Anadolu’ya varışıyla başlanıp, ulusal direniş hareketinin önceki aşamasının gözardı edilmesi anlamlıdır. Nutuk, tarihsel gerçeği açıkça başkalaştırarak bağımsızlık mücadelesini Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalarını muhafaza etme mücadelesi olarak değil, yeni bir Türk devleti kurma hareketi olarak sunar.[3]” Peki, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisini milli mücadelenin tek lideri olarak göstermesine hiç itiraz gelmemiş midir? Elbette gelmiştir, lâkin o zamanın otoriter rejiminde bunu sesli olarak dile getirmek imkânsızdır. Örneğin, Kazım Karabekir Paşa “İstiklâl Harbimiz” isimli kitabıyla Nutuk’a cevap yazmış ancak bu kitabı o dönemde toplatılıp imha edilmiştir.

 

Resmi Tarih Yalanı: Türkiye Cumhuriyeti Misak-ı Milli sınırları üzerinde kuruldu.

Resmi tarih Türklerin çoğunlukta olduğu bölgeleri Misak-ı Milli olarak adlandırır, Kurtuluş Savaşı’nın hedefinin bu bölgeleri elde etmek olduğunun altını çizer. Buna hukuki bir destek için de o dönemdeki ABD başkanı Wilson’ın şu ilkesini gösterir: “Her millet çoğunlukta olduğu yeri yönetme hakkına sahiptir.”

Ne var ki haritaya baktığımızda Güneydoğu’daki hemen hemen hiçbir şehirde Türklerin çoğunlukta olmadığını, hatta bu topraklardaki insanların yakın geçmişe kadar Türkçe bile bilmediğini görürüz. Bu bölge eskiden beri Kürdistan olarak adlandırılırdı ve burada tamamen farklı bir kültür ve dil vardı. Bu bölgenin Misak-ı Milli sınırları içinde olmasının mantıklı bir açıklaması yoktur. Sürekli Wilson’un “Her millet çoğunlukta olduğu yeri yönetme hakkına sahiptir.” ilkesini hatırlatarak Kurtuluş Savaşı’nın haklılığını kanıtlamaya çalışan resmi tarih bu ilkeye göre Güneydoğu’da Kürdistan devleti kurulması gerektiğini görmezden gelir. Bu ilkeyi işine gelince kullanırken işine gelmeyince hemen unutur.

Biz kesinlikle Kürdistan’ın kurulmasını istemeyiz; aksine İslam âlemi bölünmesin, daha da birlik olsun isteriz. Ancak resmi tarihin ve Kemalist rejimin Kürt varlığını tamamen görmezden gelen, Kürtleri zorla Türkleştirmeye çalışan bu algı operasyonuna karşıyız. Güneydoğu’yu “Türklerin çoğunlukta olduğu yerler” listesine koymak resmi tarihin Kürtlerin varlığını dahi reddeden kör zihniyetinin tezahürüdür. Bir gün Yunanistan Ege’yi işgal etse ve Ege’deki Türklere “Siz Türk değilsiniz, Yunansınız. Bundan sonra dilinizin hiçbir geçerliliği yok, artık gittiğiniz okullar bile Yunan okulu olmak zorunda ve sadece Yunan tarihini öğreneceksiniz, her gün okula ‘Ne mutlu Yunan’ım diyene’ diyerek başlayacaksınız.” dese bizim tepkimiz nasıl olurdu? Peki, 1923’te Kürdistan topraklarının ortadan bölünüp Türkiye’de kalan kısmında yapılan asimilasyon politikasının bundan ne farkı var?

Resmi Tarih Yalanı: Türkiye’ye demokrasiyi Mustafa Kemal Atatürk getirdi.

Bu yalan resmi tarihin en komik yalanlarından biridir, üzücü bir şekilde birçok cahil insan hâlâ bu yalana inanmaktadır. Bu yalanın ortaya çıkmasındaki en önemli faktörlerden birisi aslında birbirinden bağımsız olan Cumhuriyet ile Demokrasi kavramlarını karıştırmaktır.  Bugün İngiltere, Hollanda, Danimarka gibi ülkelerde krallık vardır ancak demokrasileri dünyanın hemen hemen bütün devletlerinkinden üstündür; bugün Çin, İran, Kuzey Kore, Suriye gibi ülkelerde de Cumhuriyet vardır ancak bu ülkelerin hiçbirinde demokrasi yoktur.

1923 öncesini ve sonrasını karşılaştırdığımızda çok rahat bir şekilde görürüz ki 1923-1950 arasındaki tek parti dönemi Türk demokrasisi için ilerleme değil, gerileme dönemidir. 2. Meşrutiyet döneminde padişahlık tamamen sembolik ve etkisiz hâle gelmişti. Bu dönemde farklı görüşten gazeteler, dergiler, cemiyetler mevcuttu; hatta 1913 Bab-ı Ali baskınına kadar çok partili seçimler de vardı. Bu dönemde azınlıkların da kendi kanunlarıyla yönetilmek ve kendi okullarında okuyabilmek gibi geniş hakları vardı. 1923-1950 arasındaki dönemde ise muhalefet partileri hayalî bahanelerle zorla kapatıldı, bu dönemde muhalif gazete ve dergi açmak yasaktı, bırakın muhalifi hükümeti destekleyen cemiyet kurmak bile yasaktı (Türk ocakları ve feminist cemiyetler hükümete muhalif olmadıkları halde kapatılmıştır). 1. TBMM son derece karışık ve çeşitliyken 2. TBMM sonrası Meclis’te sadece Kemalistlerin varlığına izin verildi.  Bu dönemde azınlıklara asimilasyon politikası uygulandı, Tevhid-i Tedrisat kanunu ile azınlıklar zorla Türk okullarına gönderildi. Bu dönemde hükümete muhalif herkes ya idam edildi, ya hapsedildi, ya da sürgün edildi. Toplumun her şeyini kontrol eden CHP o kadar baskıcı bir hâl almıştı ki Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları olan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy gibi isimleri bile sıkça hedef aldı. Karakol Cemiyeti’ni kurarak İstiklal Harbi’ni başlatan kişiler olan Kara Kemal ve Kara Vasıf 1926’da İzmir suikastı bahanesiyle yargılandı, Kara Kemal hiçbir delile dayanmadan idama mahkûm edildi. Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında demokratik bir Cumhuriyet var mıydı bilemiyoruz, ancak varsa bile bunu hayata geçirmek için samimi bir eylemi olduğunu iddia etmek imkânsız. Şu da var ki Mustafa Kemal Paşa’nın saltanatı kaldırmasındaki amacı iktidarı halka vermek değil, kendisine muhalefet etme ihtimali olan bir hanedanı kaldırıp tek gücü kendisinde toplamaktı. O devirde diğer paşalarca savunulan Meclis Hükümet sisteminin de Mustafa Kemal Paşa tarafından reddedilmesinin sebebi, bu sistemin Meclis’i güçlendirip Mustafa Kemal Paşa’nın yetkilerini kısıtlamasıydı.

Türk tarihindeki pek çok demokrasi hamlesi Batı’nın desteğini kazanmak için yapılmıştır. Islahat fermanı ve 1950’de çok partili hayata geçiş bunun mühim birer örnekleridir. 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni dünya düzeninde Batı’ya yanaşmak zorunda kalan Türkiye’nin, NATO merkezli Batı ittifakına katılabilmek için ülkede diktatörlük olduğu imajını yıkması gerekiyordu. İsmet İnönü bu yüzden demokrasiye geçiş kararı aldı. 1950 yılı ile birlikte 1913’ten beri askıya alınan demokrasi Türkiye’ye yeniden gelmiş oldu. Tabi ki de 1950’de birden çok demokratik bir ülke olmadık, ancak toplumun kendi yöneticilerini seçebilmesi bu yolda çok önemli bir adımdı.

Şunu da söylemek gerekir ki günümüzde sürekli demokrasiyi yüceltip terakkiyi tamamen demokrasiye bağlayan zihniyet de bize dayatılan çarpık algı propagandasının ürünüdür. Demokrasi kendi başına iyi bir sistem olmadığı gibi diktatörlük de kendi başına kötü bir sistem değildir, bu sistemleri iyi veya kötü yapan şey uygulanma biçimleridir. Bugün ABD gibi demokrasinin simgesi hâline gelmiş ülkeler bir hayli kötü yönetilmektedir. Rusya ve Çin gibi diktatörlük ile yönetilen ülkeler ise hem büyüme hızı açısından hem de dünya siyasetine yaptıkları etki açısından son yıllarda ABD’ye fark atmışlardır. Şimdi ABD demokrasisinin Rus diktatörlüğünden üstün olduğunu söylemek mümkün müdür? Türkiye tarihinde de özgürlüklerin zirve yaptığı 1970’li yıllar ülkeyi neredeyse iç savaşa sürükleyen sağcı-solcu çatışmasına sebep olmuştur. İttihat Terakki’nin demokrasiyi takip ettiği ilk yıllar olan 1910’lu yılların başı ise birçok farklı milletin bağımsızlık talep etmesine ve imparatorluğun parçalanma eşiğine gelmesine sebep olmuştur. Yani Türkiye’nin demokratikliği ve refahı hiçbir zaman doğru orantılı olmamıştır. Tıpkı bunun gibi Atatürk’ün diktatör olduğu gerçeği de onu daha kötü bir devlet adamı yapmaz. Bu sadece verilere bakılarak yapılmış bir durum tespitidir, bir eleştiri veya hakaret kesinlikle değildir. Atatürk’ün diktatör olması yaptığı inkılapların kötü olduğu manasına da gelmez. Şahsen ben harf inkılabı, hilafetin ilgası, tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi pek çok inkılabın haklı sebepleri olduğunu düşünenlerdenim. Lâkin sırf inkılapları insanlara şirin göstermek amacıyla bu inkılapların demokratik/hümanist yollarla yapıldığını iddia etmek doğru ve bilimsel bir yaklaşım değildir.

Tek Parti Döneminde Ekonomi

Atatürk dönemini yüceltmek için dönemin siyasi koşullarının mükemmelliğinin yanında ekonomik koşullarının da mükemmel olduğu iddiası savunulmak zorundaydı. Bu yüzden resmi tarih yazıcılığında Atatürk döneminde Türkiye’nin büyük iktisadi atılımlarla tarım ülkesi olmaktan çıkıp ciddi bir sanayi ülkesi olduğu iddiası dile getirilir. Kimi muhafazakârlar ise buna karşılık İsmet İnönü döneminde ekmeklerin bile karnelerle alındığını hatırlatarak sık sık Kemalist rejimi kötüleme çabasına girmektedir. Bu iki yaklaşım da tarihi hadiselerin tarihsel bağlamlarından kopartılarak ezberletilmiş bilgiler haline gelmesinin vahim bir sonucudur.

Öncelikle şunu dile getirmek gerekir ki Atatürk döneminde bırakın büyük sanayi atılımlar yapmayı, Türkiye’nin sanayileşmesi gerektiği fikri bile CHP içinde tartışmalıydı. O dönemde “köycülük” ideolojisini benimseyen pek çok Kemalist, sanayileşmenin ve şehirleşmenin geleneksel Türk kültürünü bozacağını, Türk kültürünün saf haliyle korunması için Türkiye’nin köylü nüfustan müteşekkil bir tarım devleti olarak kalması gerektiğini savunuyordu. Bu tarz ideolojilerin de katkısıyla Türkiye’nin sanayileşmesi ve şehirleşmesi Batılı devletlere nazaran bir hayli geç oldu. Atatürk döneminde açılan birkaç ufak fabrika olsa da Türkiye o dönemde ciddi bir sanayi atılımı yapamadı. Zaten o dönemde Türkiye’nin büyük çapta bir sanayi devrimi yapacak ne bir birikimi ne de nüfusu vardı (Unutmayın ki Türkiye’nin en zeki ve eğitimli insanları Çanakkale Savaşı’nda şehit düşmüşlerdi, kalan nüfus çoğunlukla vasıfsız ve eğitimsizdi.)

 

Buna rağmen Atatürk döneminde nispeten yüksek bir ekonomik büyüme görüldüğü ve 1939 yılında kişi başına düşen milli gelirin 1914 (savaş öncesi) seviyesine ulaştığı doğrudur. Ne var ki bunun temel sebebi Atatürk’ün politikalarının başarısı değildir, bu eğilim savaştan yeni çıkan bütün devletlerde vardır. İktisadi büyümeyi açıklayan Solow büyüme modeline göre bir ülkede yaşanan ani maddi kayıplardan sonra ülkenin ekonomik büyüme seviyesi hızla artar ve kendiliğinden ani kayıp öncesindeki seviyeye ulaşır. Solow büyüme modelini detaylı şekilde açıklamak burada mümkün değilse de bunu çok basit bir şekilde kafanızda canlandırabilirsiniz: Diyelim ki bir yerde toplam 10 işçi ve 10 makine var, işçiler birer makine kullanarak üretim yapıyorlar. Buraya yeni bir makine almak üretimi pek fazla arttırmaz, zira yeni gelen makineyi kullanacak sayıda işçi yoktur, mevcut işçiler zaten kendi makineleriyle meşguldürler. Diyelim ki makine sayısı bir deprem sonucu aniden 5’e düştü, yani 10 işçi 5 makineyi kullanmak zorunda kaldı. Bu durumda yeni bir makine almak üretimi ciddi miktarda arttıracaktır çünkü yeni makineyi kullanacak sayıda işçi vardır. Yeni makine satın almak bu durumda kârlı ve verimli olduğu için satın alınan her yeni makine bir yeni makine daha satın almayı sağlayacak kadar büyük bir kâr getirir. Makine sayısı bu şekilde yavaş yavaş artarak 10’a ulaşır, yani eski seviyesine gelmiş olur. Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı durum da böyledir; savaşın yarattığı ani mali kayıp, savaş sonrasında büyüme hızının artmasını ve zamanla savaş öncesi dönemin seviyesine ulaşmasını beraberinde getirmiştir. Bu eğilim savaştan çıkan bütün devletlerde mevcuttur. Mesela Almanya mağlup olduğu iki dünya savaşından sonra da hızlı bir büyüme yakalamış ve kısa sürede eski gücüne ulaşmıştır. Japonya da 2. Dünya Savaşında iki tane atom bombası yiyerek mağlup olduğu hâlde bugün dünyanın en büyük ekonomilerinden birisine sahiptir.

 

1939 yılından sonra ise Türk ekonomisi hızlı bir şekilde düşüşe geçti, fakirlik arttı ve kaynakların tükenmemesi için mecburen karne uygulaması gibi kısıtlayıcı politikalara başvuruldu. Bunun sebebi de İsmet İnönü’nün beceriksizliği değil, Türkiye’nin maruz kaldığı 2. Dünya Savaşı tehlikesiydi. 2. Dünya Savaşı esnasında seferberlik ilân etmek durumunda kalan Türkiye, çalışan nüfusun büyük bir kısmını askere alınca üretim büyük ölçüde düştü, kıtlık başladı. Burada önemli olan nokta şudur ki Türkiye’yi 1923-1938 yılları arasında İsmet İnönü yönetseydi de Türkiye benzer şekilde büyürdü ve Türkiye’yi 1938-1945 arasında Atatürk yönetseydi de Türkiye benzer şekilde küçülürdü. Burada önemli olan kişiler değil, ülkenin içinde bulunduğu şartlardır. Farklı dönemleri içinde bulunduğu şartlardan soyutlayıp birbirleriyle karşılaştırmaya çalışmak ancak ahmak bir insanın yapabileceği bir hatadır.

Tarihimizi Dramatize Etmek

Tarih anlatımımızda yakın tarihimizdeki savaşlara dair çok sayıda yalan ve abartı mevcuttur. Örneğin Çanakkale Savaşı’nda ordumuzun yiyecek yemek bulamadığı ve kuru ekmek-hoşaf ikilisiyle beslendiği anlatılır. Hâlbuki Çanakkale Savaşı’nda yemeğin geç gelmesi gibi istisnai ufak durumlar dışında ordumuz gayet iyi beslenmiş ve besin sıkıntısı çekmemiştir. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu kendi askerini besleyemeyecek kadar aciz bir devlet değildir, resmi tarih yazıcıları askeri başarılarımızı yüceltmek isterken aslında kendi devletimizi aciz göstermiş oluyorlar. Yine bilhassa İstiklâl Harbi ile alakalı askerlerimizin silahı olmadığını, silahsızlıktan taşlarla ve baltalarla savaştıklarını mekteplerimizde çok kez işitmişizdir. Bu da doğru değildir çünkü Mondros Mütarekesi akabinde Türk ordusunun terhis olmasına Karakol Cemiyeti büyük oranda izin vermemiş ve ordunun silahlarını Ankara’ya kaçırmıştır. Türk ordusunun İstiklâl Harbinde yeterince silahı vardı. Bu harplerde istisnai durumlarda birkaç elim hadise yaşanmış olabilir, lâkin bu istisnai hadislere bakarak umumu böyle zannetmek tarihe hastalıklı bakmak demektir. Bu savaşlar müdafaa savaşları olduğundan ve Türkiye topraklarında yapıldıklarından dolayı askere erzak ve silah sağlamak bizim için daha kolaydı, burada daha ziyade zorluğu anavatanlarından uzakta savaşan düşman askerler çekmiştir çünkü anavatanlarından kendilerine erzak ve mühimmat ulaşması pek zor olmuştur. Bütün bunları söylememiz kesinlikle askeri başarılarımızı ve askerlerimizin fedakârlıklarını küçümsediğimiz anlamına gelmesin, bizim niyetimiz daha makul ve gerçekçi bir tarih anlatısıyla tarihe daha sağlıklı bakabilen insanlar yetiştirmektir.

 

[1] “World War 1 Casualties As A Percentage of Pre-War Population.” Brilliant Maps, 14 June 2015, brilliantmaps.com/ww1-casualties/.

[2] Baş, Mehmet Fatih. “War Losses (Ottoman Empire/Middle East).” 1914-1918-Online. International Encyclopedia of the First World War, 20 Nov. 2017, nzhistory.govt.nz/war/ottoman-empire-facts.

[3] Gönen Yasemin Saner, translator. “Bir Dönemin Sonu: Nutuk.” Modernleşen Türkiye'nin Tarihi = Turkey, a Modern History, by Zürcher Erik Jan., İletişim, 2004, p. 259.

bottom of page